GERÇEKLEŞTİRMEK, NEREYE KADAR?
Suna TEPE
19 Nisan 2017 Çarşamba 16:23
Merhaba, ne güzeldir...
Her zaman bir merhabamız olmalı , dostlara ulaşacak. Olmalı.
Yazıya göz atanlara söylemek adına, “her hafta bir teması olmasını düşündüm” dersem yalan olur ancak , teğet değen konulara bakarken öyle bir çağrışımı olabilir belki. Bu hafta boyunca, en çok da bir kaç saat öncesinden beri gerçeklik, gerçekleştirmeler... üzerine düşünüyordum, hala da öyle. .. Neden mi ? Belki satırların her hangi bir yerinde , kendiliğinden ortaya çıkıverir J zira söylemeyi istediğimi sanmıyorum.
Aslında tüm varoluş hikayemiz , bebekliğimizden başlayarak kendimizi gerçekleştirme adına yazlıp oynanan bir oyun gibi. Kimimiz iyi bir oyuncu kimimiz iyi bir figüren, kimimiz de kendi hayatımızın sadece izleyicisi olmak durumundayız. Tüm bu haller de birbirine dönüşebilen yapıda. Oyunun bazı yerlerinde şöyle bir durup bakıyoruz, izleyiciler de memnun mu? diye. Başkalarının düşüncelerini önemsediğimiz oranda hataya düşmek de işin cabası tabii J Onaylanmak ve huzurlu hissetmek adına dönüp bakıyoruz izleyicilerimize sanırım...Bu bir alış-verişten başka bir şey değil aslında. Oyunu ne kadar başarıyla oynarsak o kadar mutlu oluyoruz, o kadar tamamlanmış hissediyoruz bu kesin. Gördüğümüz tüm -kötü demek istemiyorum ama – olumsuz insanlar kendilerini gerçekleştirmek adına ya başarısız olmuş, ya da engellenmiş insanlardır. Kendi gerçeğimizi hedefimiz olan istediğimiz yere taşıyabildiğimiz kadar mutlu, o kadar gerçek, kendimizle de dünya ile de barışık yaşarız. Özümden biliyorum. Başka bir zaman, kendimi gerçekleştirmenin ilk adımı saydığım ikinci sınıftaki mandolin derslerinden söz ederim size... ( Bugün hiç tanımadığım biri mesaj atıp “sen nasıl bir gerçekliksin?” diye sormuş, hepsi bu kadardı yazdığının...Tuhaftı, elbette cevaplamadım ama düşünmedim dersem yanlış, hiç tanımayan biri nasıl bir izlenimle bir başkasına bunu yazabilir, neyse en azından bir gerçeklikmişim, öğrendim. ) Hiç birimiz her zaman istediğimiz kadarını yaşayamıyoruz ama optimal karmaşa içinde kendimizi ne denli çok algılıyorsak, ne kadar düşünsel ve nesnel çıplaklığımızla örtüşen yaşamın içindeysek o kadar gerçeğiz. Aksi haldeyse, yürüyen, soluk alan, yiyip içen, sevişen, kavga eden, canlılarız...O kadar.
Bu hafta içinde iki güzel film izledim. Size onlardan azıcık söz etmek istiyorum. İlki ;
REAL WOMEN HAVE CURVES-KADIN DEDİĞİN adıyla Türkçeye çevirmişler. Aslında tam ifade etmeye yetmiyor ama neyse. (“Gerçek kadınlar kıvrımlara sahiptir” anlamında adı, ki bu adı kanıtlıyor film boyunca)
Yapımı : 2002 - ABD
Tür : Dram , Komedi
Süre: 90 Dak.
Yönetmen : Patricia Cardoso
Oyuncular : America Ferrera , George Lopez , Lupe Ontiveros , Marlene Forte , Ingrid Oliu
Senaryo : Josefina Lopez , George Lavoo
Yapımcı : George Lavoo , Effie Brown-Bağımsız Ruh Piaget Yapımcı Ödülü-
Filmin başka ödülleri de var.
Los Angeles’ın doğusunda yaşayan, Meksika göçmeni bir ailenin kızı olan 18 yaşındaki tombul Ana’nın hikayesi. Başarılı ve üniversiteye gitmesi okul tarafından teşvik edilen bir kız ana. Ailesinde üniversiteye gitmeyi hayal edebilen ilk kişidir, ama ablası Estela’nın giysi atölyesi eldeki işleri yetiştiremeyince, Ana bir dizi şık elbise siparişinin zamanında teslim edilmesi için gönülsüzce yardıma koşar. Kendisininkinden çok farklı hayatlar süren kadınlara havalı kıyafetler dikmek için harcanan onca emek onu sinirlendirir. Hem hayallerine, hem de vücuduna “dar gelecek” giysilerdir bunlar. Atölyede ter dökerek geçirdiği uzun saatlerin ardından, Ana , ablasının çalışkanlığını ve yeteneğini takdir etmeye başlar. Farklı hayatlar görmek sanki onu birdenbire büyütür. O da atölyedeki kadınlara vücutlarındaki –özellikle fazla kilodan olan, kendi de öyledir zira- kıvrımları sevmeyi ve kendilerini diğerlerinden farklı kılan her şeyin kıymetini bilmeyi öğretir...Arada naif bir aşk hikayesi de var elbette yeni yetme bir gençle. Bu çılgın ve tatlı kızın hikayesinin sonunu merak ediyorsanız internetten bulunabilen filmi izlemeniz gerekecek. Teğet değiş bu kadarına yeter. Tadını kaçırmak istemem.J Doğrusu çok keyifle izlediğimi söylemeden edemiyorum. Bana çok eskiden izlediğim bir filmi de anımsattı, not alayım, ondan da söz edeyim bir ara...”TAKVİM KIZLARI”
İkinci film ise; Belki de “nereye kadar düş, nereye kadar gerçek?” onu düşündürdü bana iki-üç gündür. Adını duyup , hatta başından bir kaç dakika izleyip, sonra evde izlediğimiz için rutin işlere karışıp izleme zevkini ve zamanını kaybettiğim güzel, çok güzel bir film...İlk film de ikinci de çok sevdiğim iki canımın önerisi ile izlenen filmler. Böyle insanlar biriktirdiğim için çok mutluyum. Birinde belki azıcık emğim vardır, ama diğeri tamamen bir şans benim için, şans konusunda en diplerde biri olarak beni şaşırtmadı değil bu kez şansım.J İlişkiler insanı zenginleştirmiyorsa bir işe yaramaz kanımca. Onlara teşekkür ederim, bana her katkısı olan kişiye olduğu gibi. Eminim, bunları okurken de gülümsüyorlardır şimdi. İyi ki varlar hayatımızın değerlileri...Onlarla daha güzeliz.
Bin –Jip-BOŞ EV
"Hepimiz birer boş eviz, ta ki birisi kilidimizi kırıncaya kadar..."
Yapım: 2004 Güney Kore Yapımı
Yönetmen: Kim Ki-duk
Film müziğinin bestecisi: Slvian
Sinematografi: Jang Seong-Beck
Ödülleri olan bir film. Silver Lion en iyi yönetmen ödülü, en iyi senaryo ödülü...2004 Venedik film festivali FIPRESCI ödülü, Jae Hee için de En iyi erkek oyuncu ödülü...
Çok ilginç bir kurguyla süregelen, sakin ama bir o kadar da sürükleyici, soluksuz izleyeceğimiz bir film yapmış Kim Ki-Duk. Konuşma ihtiyaci hissetmeyen ilginç ve evsiz bir kuryenin alişilmadik, etkileyici yaşamına dalıyoruz onunla birlikte. Tae-suk, geceleri, boş olduğunu bildiği evlere girip uyur. Boş evleri nasıl bir yöntemle saptadığını izlerken farkediyor insan, ona hiç kızmıyor, aksine seviyoruz. Hiçbir şeyden haberi olmayan ev sahiplerine şükran duygusundan, onların çamaşırlarını bile yıkar. Girdiği evlerden birinde karşısına çıkan, kocasından yediği dayaklardan bezmiş Sun-hwa ile ilk görüşte ruh eşi olduklarını hisseder ve ondan sonrası çok farklı bir şekilde yaşanır...Sessizliğin sesini bize duyurarak, hiç ama hiç konuşmadan. Beden dilini ve gözleri saymazsak tabii. Yer yer hayal ve gerçeğin birbirine geçtiği, aşk tutsaklığının, acısının kurgusal olarak bir hücreyle bile örtüştürüldüğü bir film bu. Doğu felsefesinin insana verdiği sabır ve ruhsal eğitimle nelerin nasıl üstesinden gelinebileceği... yeteneklerin nasıl geliştirilebileceği vb. temaları işliyor. Bunun en güzel örneğini de gardiyanla gölge oyunlarında izliyoruz...Öyle ki sorguluyoruz: Her şey gördüğümüz gibi mi? O kadar mı? Etrafımızda farkında olmadığımız başka neler var? Ve daha pek çok güzel şey...Kesinlikle zamanın en güzel kullanılabileceği ve hoşça vakit geçirilecek bir film...Son sözünü çok sevdim:
“its hard to tell that the world we live in is either a reality or a dream...” (Yaşadığımız dünyanın hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu söylemek zordur)
Elbette filmi anlatıp tadını kaçırmak gibi bir niyetim yok, teğeti de geçtim biraz sanırım
“Murathan Mungan kitabını da okuyunca yazarım” demiştim geçen hafta. İlk baskısı satılıyor hala, 2014 –Metis. İlginç bir kitap, ancak henüz bitiremedim. Aslında çok çok genel bir fikir olarak “kadınlarla ilgili” diyebilirim. Doğrusunu isterseniz herhangi bir kitabı alma sebebim önceden onun hakkında edindiğim bilgiler iledir. Bu kitabı öyle almadım işte. Onu alırken çok farklı şeyler düşünüyordum, daha öncden okuduğum otobiyografik kitabı olan Harita Metod Defteri’ndeki anne ya da diğer aile kadınları ile ilgili anlatımlar benzeri şeyler bekliyordum. Ancak seçkilerinden oluşmuş bir kitap olduğu için elbette öyle olamazdı, bu çok doğaldı J kendine ait salt önsözü var kitapta. Yazarları ortak bir iş kotarmaya yönlendiren tematik bir “tasarım kitap” denebilir. Murathan Mungan buna benzer bir ifade kullanmış önsözünde. Zira yazarlar ne konuda nasıl yazmaları gerektiğini bilerek hikayeleri yazmışlar. Bu tema da kısaca ve kabaca “kadınlar arasında aşk” diye devam ediyor sevgili Mungan. Tema olarak, çok fazla örneğini edebiyatımızda görmediğimiz bir çalışma...Gaye Boralıoğlu, Birhan Keskin, Hakkı İnanç, Mine Söğüt, figen Alkaç, Murat Yalçın, Barış Pirhasan, Birgül Oğuz, Erendiz Atasü, Hakan Günday, Fatih Özgüven, Barış Bıçakçı, Sine Ergün, Hatice Meryem, Fadime Uslu, Ayşegül Çelik, Karin Karakaşlı, Nermin Yıldırım, Atiila Şenkon, Mehmet Bilal, Neslihan Önderoğlu, Yalçın Tosun, Pelin Buzluk...çorbada tuzu olan yazarlar...
“Çocukluğun o uzak, yarı gölgeli bahçesi gibi bir yerdeydim ben. Kimse kimseye, göz göze nasıl bakar bilmezken. O benim gözlerime niye öyle neden öyle hangi öyle nasıl öyle bakmıştı ki, ben sağ elimle kalbimi yoklamıştım.” Eminim çoğunuza tanıdık geldi, paylaşılır sıklıkla. Sevgili Birhan Keskin’in bu kitaptaki “Bürokratların dolaplarına hayırrrr” adlı öyküsünün başlangıç paragrafıydı yazdığım...
Tekrar görüşmek üzere...Sevgisiz, sağlıksız, kitapsız, sanatsız kalmayın...
Yazarın Diğer Yazıları
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2015 Bursa Bakış
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.